18 Haziran 2014 Çarşamba

SOKAK HİKAYELERİ




2001 yılında belgesel fotoğraf ödevimi yapmak için Sarayburnu’ndan Yenikapı’ya doğru sokak aralarından yürürken, yedi sekiz yaşlarında bir erkek çocuğuna rastlamıştım. Bilmiş bilmiş yanıma gelip yaşadığı sokakların, evlerin, arkadaşlarının, hemen kenardaki bakkalın hikâyelerini anlatmış, kısa süreliğine yol arkadaşım olmuştu. O bana anlatırken ben de fotoğraflar çekiyordum. Mahallesinden uzaklaştığımızı anladığımda arkadaşlığı için teşekkür ettim ve geri dönmesi gerektiğini söyledim. Çocuk yanımdan ayrılırken, bir kare fotoğrafını çekmeye hazırlanıyordum ki, “abla beni çekemezsin” dedi. Önce fotoğrafının çekilmesini istemiyor zannedip şaşırdım. Beni anlamış olacak ki “yanlış anlama ben fotoğraflarda çıkmam” dedi. Bu lafı nasıl anlamam gerektiğini tam olarak bilemeden anlatmaya devam etti. ”Çocukluğumdan beri böyle,  hiç fotoğrafım olmadı. Hatta buraya gelip benim fotoğrafımı çekenler tekrar gelip ailemle konuşuyor”. Ben bu küçücük çocuğun nasıl bir hayal dünyası var çok mu film seyrediyor acaba,  diye düşünürken, “sen boş ver başkalarını, ben senin hayatının ilk fotoğrafını çekeceğim ve haftaya basıp sana getireceğim” dedim. Güzelce bir duvarın önünde, çocuğun fotoğrafını çektim. Ben ayrılma hazırlığı yaparken o hala “göreceksin abla, çıkmayacağım” diyordu. İyice dikkat çekmek için böyle konuştuğundan emin oldum ve yoluma devam ettim. (Bu arada 2001 yılında, dijitalin pek gelecek vadetmeyen ilk modelleri yeni çıkmıştı, dolayısıyla siyah beyaz film çekiyordum ve baskılarımı da kendim yapıyordum.)
 Çocuktan ayrılıp tekrar çekime döndüğümde bir süre daha onu düşünmeden edemedim. Beni etkilediğini kabul etmeliyim. Nasıl aklına geldi, kimden duydu böyle şeyleri diye düşünürken ve bir yandan da çekim yaparken makinenin gösterge kısmına baktığımda, aslında olması gereken ve ayarladığımdan çok emin olduğum ASA ayarının 125’den 3200’e çıkmış olduğunu gördüm. (Bilenler bilir bu durum filminizin komple yanması anlamına gelebilir.) Neler düşündüğümü tahmin etmek zor değil. İçimden, gün boyu bu ayarda mı çektim,  yoksa birkaç kare önce mi böyle oldu, diye geçiriyordum. Ama ben hiçbir şey yapmamıştım. Nasıl oldu gerçekten bilmiyorum. Çektiğim bütün fotoğrafların çöp olmasına mı, yoksa çocuğun hikâyesinin gerçek çıkmasına mı şaşırıp üzüldüm bilmiyorum. Ama kendimce doğaüstü bir olay yaşadığım kesin.
Motivasyonum yok olmuştu. Bir an önce eve gidip, filmi yıkamaktan başka bir şey düşünmüyordum. Ancak evim iki saat uzakta olduğu için, yol boyu şaşırmaktan ve böyle bir şeyin nasıl olduğunu anlamaya çalışmaktan başımın ağrıdığını hatırlıyorum.
Eve vardığımda bu hikâyenin kendimce sürprizli bitmesini bekliyordum. Çocuk fotoğrafta çıkmazsa çektiğim fotoğraflara üzülmeyeceğimi düşünüyordum. Çünkü hayatta anlatacak şeylerinizin olması güzeldir. Filmi bir heyecan yıkadım ve mahzun, alaysız ama dikkatli bakışlarla karşılaştığımda bu küçücük çocuğun beni son birkaç saattir nasıl da meşgul ettiğini görüp tekrar şaşırdım.
Tarihi yarımadanın arka sokakları, film gibi mekânlardır. Birçok dizinin buralarda çekilmesi boşuna değildir. Buralarda değişik yüzler göre göre büyüyen çocukların hayal gücü ve haylazlıkları da değişik oluyor. Sonraki haftalarda çocuğa fotoğrafını götürdüğümde onu bulamadım. Tekrar tekrar gittiğimde yine bulamadım. Belki de böyle olduğu için bunca yıl sonra onu hala hatırlıyorum. Şener Şen ve Şevket Altuğ’un oynadığı Gölge Oyunu adlı sinema filmindeki gibi, böyle bir anıyı bana hediye ettiği için ona hiç teşekkür edemedim, ama en azından anlatacak bir hikâyem var.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder