2001 yılında belgesel fotoğraf ödevimi yapmak için
Sarayburnu’ndan Yenikapı’ya doğru sokak aralarından yürürken, yedi sekiz
yaşlarında bir erkek çocuğuna rastlamıştım. Bilmiş bilmiş yanıma gelip yaşadığı
sokakların, evlerin, arkadaşlarının, hemen kenardaki bakkalın hikâyelerini
anlatmış, kısa süreliğine yol arkadaşım olmuştu. O bana anlatırken ben de
fotoğraflar çekiyordum. Mahallesinden uzaklaştığımızı anladığımda arkadaşlığı
için teşekkür ettim ve geri dönmesi gerektiğini söyledim. Çocuk yanımdan ayrılırken,
bir kare fotoğrafını çekmeye hazırlanıyordum ki, “abla beni çekemezsin” dedi.
Önce fotoğrafının çekilmesini istemiyor zannedip şaşırdım. Beni anlamış olacak
ki “yanlış anlama ben fotoğraflarda çıkmam” dedi. Bu lafı nasıl anlamam
gerektiğini tam olarak bilemeden anlatmaya devam etti. ”Çocukluğumdan beri
böyle, hiç fotoğrafım olmadı. Hatta
buraya gelip benim fotoğrafımı çekenler tekrar gelip ailemle konuşuyor”. Ben bu
küçücük çocuğun nasıl bir hayal dünyası var çok mu film seyrediyor acaba, diye düşünürken, “sen boş ver başkalarını, ben
senin hayatının ilk fotoğrafını çekeceğim ve haftaya basıp sana getireceğim”
dedim. Güzelce bir duvarın önünde, çocuğun fotoğrafını çektim. Ben ayrılma
hazırlığı yaparken o hala “göreceksin abla, çıkmayacağım” diyordu. İyice dikkat
çekmek için böyle konuştuğundan emin oldum ve yoluma devam ettim. (Bu arada
2001 yılında, dijitalin pek gelecek vadetmeyen ilk modelleri yeni çıkmıştı,
dolayısıyla siyah beyaz film çekiyordum ve baskılarımı da kendim yapıyordum.)
Çocuktan ayrılıp tekrar çekime döndüğümde bir süre
daha onu düşünmeden edemedim. Beni etkilediğini kabul etmeliyim. Nasıl aklına
geldi, kimden duydu böyle şeyleri diye düşünürken ve bir yandan da çekim
yaparken makinenin gösterge kısmına baktığımda, aslında olması gereken ve
ayarladığımdan çok emin olduğum ASA ayarının 125’den 3200’e çıkmış olduğunu
gördüm. (Bilenler bilir bu durum filminizin komple yanması anlamına gelebilir.)
Neler düşündüğümü tahmin etmek zor değil. İçimden, gün boyu bu ayarda mı
çektim, yoksa birkaç kare önce mi böyle
oldu, diye geçiriyordum. Ama ben hiçbir şey yapmamıştım. Nasıl oldu gerçekten
bilmiyorum. Çektiğim bütün fotoğrafların çöp olmasına mı, yoksa çocuğun hikâyesinin
gerçek çıkmasına mı şaşırıp üzüldüm bilmiyorum. Ama kendimce doğaüstü bir olay
yaşadığım kesin.
Motivasyonum yok olmuştu. Bir an önce eve gidip,
filmi yıkamaktan başka bir şey düşünmüyordum. Ancak evim iki saat uzakta olduğu
için, yol boyu şaşırmaktan ve böyle bir şeyin nasıl olduğunu anlamaya
çalışmaktan başımın ağrıdığını hatırlıyorum.
Eve vardığımda bu hikâyenin kendimce sürprizli
bitmesini bekliyordum. Çocuk fotoğrafta çıkmazsa çektiğim fotoğraflara
üzülmeyeceğimi düşünüyordum. Çünkü hayatta anlatacak şeylerinizin olması
güzeldir. Filmi bir heyecan yıkadım ve mahzun, alaysız ama dikkatli bakışlarla
karşılaştığımda bu küçücük çocuğun beni son birkaç saattir nasıl da meşgul
ettiğini görüp tekrar şaşırdım.
Tarihi yarımadanın arka sokakları, film gibi mekânlardır.
Birçok dizinin buralarda çekilmesi boşuna değildir. Buralarda değişik yüzler
göre göre büyüyen çocukların hayal gücü ve haylazlıkları da değişik oluyor.
Sonraki haftalarda çocuğa fotoğrafını götürdüğümde onu bulamadım. Tekrar tekrar
gittiğimde yine bulamadım. Belki de böyle olduğu için bunca yıl sonra onu hala
hatırlıyorum. Şener Şen ve Şevket Altuğ’un oynadığı Gölge Oyunu adlı sinema
filmindeki gibi, böyle bir anıyı bana hediye ettiği için ona hiç teşekkür
edemedim, ama en azından anlatacak bir hikâyem var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder